MEHMET AKSEL'DEN

Bodrum

23.07.2021

Yetmişli yıllarda yaz aylarında annem ve babamla dört farklı rotamız olurdu: Silifke, Datça, Ayvalık ve Bodrum.

Silifke ve Yumurtalık, daha çok babamın işinden dolayı gittiğimiz adreslerdi. Babam, Irak-Türkiye Petrol Boru Hattı’nın alt yüklenicisi olduğundan, yazlarımız genellikle o güzergahta geçerdi.

 

Gerek yol üzerinde gördüklerimle, gerekse kaldığımız yerlerde yaşadıklarımla güney kıyılarımızı bu sayede tanıdım. Otomobille direkt Antalya’ya iner, sonra da şimdi bile sırasını unutmadığım; Manavgat, Alanya, Anamur, Silifke, Cennet Cehennem Mağarası, Kız Kalesi, Mersin, Adana ve Yumurtalık güzergahında giderdik, ben arka koltukta zevkle kilometre tabelalarını sayardım. İsimlerini yazsak, küçük bir not defterini bile dolduramayacak adette konaklanabilecek tesis, yol üzerinde birkaç salaş lokanta ve yine yol üzerinde ürettiklerini satan köylü teyzeler ve amcalar olurdu.

Bir ara babam Datça Knidos’ta bir askeri radar üssünün inşaatını üstlenmişti, o dönemde de Datça yarımadasını tanımıştım. Sedir Adası tarafından başlayıp Marmaris, Hisarönü, Datça, Knidos güzergahını dün gibi hatırlıyorum. Ortadan ikiye çizgilerle ayrılmış, geliş-gidiş balık sırtı bir asfalt, yollar boş, olsa olsa birkaç kamyon, traktör ve hususi otomobil, sağda solda tek tük yemek yiyecek yerler, tek tük de ürünlerini satan çiftçiler görürdük. Çoğu yol da stabilize ve mıcırdı zaten.

Ayvalık ise başka bir güzeldi. Hikayemizin Ayvalık’a nasıl evrildiğini hatırlamıyorum ama Cunda adasında TRT’ye giden yol üzerinde babamın bir arkadaşıyla birlikte aldığı arsa ve oraya yapılan ev, uzun seneler yazlık evimiz olarak benimsediğim yerdi. Gitmesi de keyifliydi, geçirdiğimiz zaman da.

Destinasyon Cunda olduğunda mutlaka Çanakkale üzerinden gider ve yol üzerindeki Tekirdağ köftesi, Eceabat arabalı vapuru, Eceabat boklu balık, Çanakkale yayık ayranı ve yine Çanakkale dağlarındaki o zamanki değimiyle ‘Alamancılar’ın ve turistlerin açtığı yol kenarı satışlar/satıcılar, olmazsa olmaz durağımızdı. Dikiş makinesi, blender, kap-kacak falan satardı, Hollanda ve Almanya’dan tatile Türkiye’ye gelenler.

Cunda’da ev hayatı da güzeldi, köy içi de, deniz de.

İskeleye inmek, Ali’nin kahvesinde oturmak, önünde sıra sıra dizilmiş balıkçı motorları bağlı restoranlarda yediğimiz papalinalar, Roma Dondurmacısı’ndan aldığım keyif, arka sokaktaki pazardan yaptığımız alışverişler, harabe binalar içinde izinsiz yaramazlıklarımız ve en arka yoldaki ekşi çeşme, hep aklımda güzel anılar olarak kaldı.

Denize ya tekneyle çıkardık ya da otomobille ‘TRT’nin yolu‘ dediğim yerden ulaşılan Orhan’ın Yeri’ne giderdik ki şimdiki ismi Ortunç.

Ve Bodrum.

Bodrum başka bir özeldi benim için.

Onu diğerlerinden ayıran gizemli bir güzelliği, kurcalanmamış bir kimliği ve bakir bir hissi vardı. 

Gerçi hepsinin vardı ama Bodrum’un daha bi vardı.

Babam ilk sefer “Bodrum’a gidiyoruz” dediğinde pek bir şey anlamamıştım ama orada zaman geçirdikten sonra bende bıraktığı hatıralar, diğer tecrübelerimden çok daha duygusal oldu.

O zamanlar akşamları Bodrum’un içinin güzelliği yaşanır, gündüzleri deniz için yarımadanın güney sahilinin tadına bakılırdı.

Bodrum’un içinden neler hatırlıyorum bi bakalım:

Barlar Sokağı, Han Taverna, Laterna Restoran, Hadigari’nin o küçücük hali, sebzeli dönerci, küçük dondurmacı, küçük lokmacı ve diğerleri. Ve Halikarnas Disko tabii ki. Sandaletçileri ve süngercileri de unutmamak lazım. Bir de Eylül vardı sabaha karşı Halikarnas çıkışı çorba içerdik.

Bodrum’un sakinleri de kendisi gibi bakirdi o zamanlar. Nazik, misafirperver, yardımsever ve tok gözlüydüler. Misafirleri de öyle…

Zeki Müren’le de karşılaşırdık sokakta. Hanımefendi, beyefendi değil, efendiydi ezelden. 

Hiç unutmam annem, Barlar Sokağı’ndan Halikarnas’a uzanan yol üzerindeki bir ilkokulun duvarında kırmızı güneş gözlüğünü unutmuştu, ertesi gün gittik, gözlüğünü koyduğu yerde bulmuştu.

Aynı sokakta (hatta okula da yakındı) anne ve babamın arkadaşları Bleda hanımın deniz üzerindeki evi vardı. Orada kalmışlığım, önünden denize girmişliğim bile vardır.

O zamanlarda deniz için Bodrum dışına çıkılır, akşam ise hayat Barlar Sokağı ve nihayetinde akardı.

Gündüz koyları tanımakla geçerdi. Bazen günlük tekne turlarıyla bazen otomobille.

O zamanlar Bodrum’un büyük ve lüks diyebileceğimiz tek tesisi TMT’ydi. Hiç gitmedim ama bilirdim.

Tekne turlarımızda tanımıştım Doksan Kaptan’ı. Mustafa Doksan’dı adı soyadı hatırladığım kadarıyla. Bize tanıştığımızın ertesi senesi Mavi Tur diye bir şey yaptırabileceğini söylemişti, yaptırdı da. Kleopatra Plajı’nın kumunu, Yedi Adalar’ı o zaman görecektiniz asıl!

Yarımadanın güney tarafında Bitez ve Gümbet’le başlayıp Yahşi, Kargı, Ortakent’ten (ortasından bir nehir geçerdi ben kefal tutardım) devam edip en uçtaki Akyarlar, Karaincir (45 sene geçmiş, hâlâ Karaincir’de plajda kumun üzerinde tentenin altında çiğ köfte ve lokma yapan teyzeyi hatırlıyorum) ve Turgutreis’e uzanan sahil, denize girmek için gittiğimiz yerlerdi.

Bir de yarımadanın kuzeyindeki koylar vardı ki yolları bozuk olduğundan gidilmesi zor, gitseniz kalacak yer bile olmayan, mandalina bahçeleri ve arsalar var diye bildiğimiz ve daha çok büyük şehirlerden Bodrum ismine gelenlerin yazlık evler ya da siteler inşa ettiği noktalardı. Torba, Gündoğan, Türkbükü, Yalıkavak ve en uçta Gümüşlük. Torba’nın yukarıdan yoldan görünüşüne gerçekten aşıktım o zamanlarda.

Annem hâlâ yazları Gündoğan’da, o zamanlarda hariciyeciler için yapılan Cennet Evler sitesinde oturuyor.

Delikanlılık yıllarım ise Çeşme’de geçti diyebilirim.

Yaptığım sporlar ve arkadaş çevrem daha çok İzmir-Çeşme tarafına yönlendirdi beni.

Alaçatı bile yoktu o zamanlar, vardı da yoluna otomobilinizi sokmak dahi istemezdiniz.

Şantiye, Ardıç ve Yıldız Burnu yaşadığımız yerler, 4. Kapı, Aya Yorgi ve Paşalimanı denize girdiğimiz yerler, Dokuzbuçuk, Çardak ve Paparazzi gittiğimiz kulüpler, Kumrucu Hüseyin, Altınkapı ve Dost Pide yemek yediğimiz yerlerdi. Altınyunus’tan Turban’a, turşucusundan dondurmacısından bisikletçisine ve de tabii ki Ilıca plajının ‘kapılar‘ından her gün sokakta yürürken rastladığımız Metin Oktay ve Mustafa Denizli’sine kadar çok ama çok güzel günlerdi.

Dönelim konumuz Bodrum’a.

Ne diyordum? Annemin oturduğu Cennet Evler.

Namı diğer Cinnet Evler.

O kadar eğitimli, yurt dışı görmüş ve işleri gereği diplomasi bilmesi gereken insanın (ve ailelerinin) nasıl olur da birbiriyle hiç geçinemediğini, ota boka tartışma çıkarttığını, çimlere basmanın, köpek getirmenin, havlu bırakmanın, şezlong yanında yemek yemenin, denize girerken atlamanın, solda durmanın, sağda oturmanın, neredeyse nefes almanın bile YASAK olduğu bir site. Deniz kenarındaki ağacın gölgesinde bile oturmanın yaş sınırı var.

Karım bir gün dayanamayıp “Gaz odaları ne tarafta?” diye sormuştu.

Ya 70’lerden itibaren annem ve babamla gitmelerimden ya 80’lerden sonra yazları Gündoğan’da olmalarından ya bizim Çeşme gurubunun tatile Bodrum’a gitmesinden ya son yıllarda da annemin Gündoğan’da olmasından ya da ailem ve arkadaşlarımla tatil için yazları gitmelerimizden yaklaşık 45 senelik bir periyotta Bodrum’u ibret ve üzüntüyle izleme olanağım oldu.

Genelde yazılarıma gözlediğim problemlerle başlayıp düşündüğüm çözümlerle bitirmeye çalışan biriyim.

Bu sefer tersi oldu, iyi başlayıp kötü bitiriyorum.

Harika bir mücevheri nasıl katlettiğimizi kahrolarak gördüm.

20 günlük Bodrum tatilim -tatil denirse- sadece ve sadece neyin nasıl yapılmaması gerektiğini görerek geçti.

 – Bir tatil beldesine yakışır temiz cadde ve sokakları, yolları,

 – Bu güzel sahillere yakışan miktarda yeşilliği ve ağaçları,

 – Makul fiyatlı güzel restoranları ve tesisleri,

 – Konaklama imkanlarına aracılık eden dürüst insanları,

 – Gereksiz lüksü yanına almamış tatilcileri,

 – Çıkarttığı seslerin konuşmaya ve anlaşmaya yaradığı kişileri,

 – Milyonları istiflemiş insanlarda olması gereken ‘doyum‘u,

 – Tekne sahiplerinde ve çalışanlarında olması gereken görgü ve edebi,

 – Paranın yakıştığı kişileri,

 – Zevk mevhumunu,

 – Kaliteyi,

 – Altyapıyı,

 – Saygıyı,

 – Ve en nihayetinde bir tatile, bir bayrama yakışır huzuru,

ne yazık ki göremedim.

Gördüklerimi ise yazmak dahi istemiyorum.

Gördüğüm tek güzel şey Bağarası Restoran ve Ümmühan Hanım’ın (ve ailesinin) lezzetli yemekleri ve işlerine gösterdiği ödünsüz özendi.

Yazarın sorusu:

Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin /Sanma ki geldiğin gibi gideceksin / Senden öncekiler de böyleydiler / Akıllarını Bodrum’da bırakıp gittiler… (Cevat Şakir Kabaağaçlı)

Şair acaba bu dörtlüğü bugün yazsa hangi satırlarda ne gibi değişiklikler yapardı?