MEHMET AKSEL'DEN

Okul duvarındaki beş yazı

25.03.2021

68 doğumluyum, 70’li senelerden bahsedeceğim.

Annem 43’lü ve Sarıyerliydi, 1960’ların gençliğiymiş. Mini etekli resimlerini görseniz, bir başkaymış o dönemler.

 

Ben de küçük yaşlarda Sarıyer ve Büyükdere’yi tattım. Anneannem ve teyzemi ziyarete gittiğimizde en favori yerim ‘Büyükdere İskele Dondurmacısı’ydı. Genelde önünde kısa bir sıra olurdu. Anneannem yürürken anlatırdı, “Bak burası benim gençliğimde de böyleydi, sahibi çok titizdir, dondurmaları manda sütündendir, çikolatalısını şöyle yapar, limonlusunu böyle…” diye. Hep bu anlatılarla doldu kulağım.

Babamın kulağıma küpelerini ise saymakla bitiremem. En çok aklımda yer eden şu öğüdüdür: “Oğlum eline hangi işi alırsan al, çiçek açtırmadan bırakma.” Sık sık hatırlarım babamı ve öğütlerini. Elimden geldiğince herkese yardım etmeye çalışmayı ve her ne yaparsam yapayım ilk ele aldığımdan daha iyi bir sonuçla teslim etme huyumu ondan edindim diyebilirim.

Levent’teki evimizin inşaatıyla komşumuz Cengiz bey ilgilenirdi. Anlatamam size detaylara verdiği önemi. Bir tüm gün üst kata çıkan merdivenlerin basamaklarını yerleştirişini seyretmiş ve düşünmüştüm ki ben de bir gün kendi işimi yaptığımda işte aynı böyle bir özenle yapmalıyım.

Bazen yemeğe babaanneme giderdik ya da o bize gelirdi. Yemek yerken koltuk altlarıma (acımasız kadın) kitap yerleştirirdi, neymiş efendim, yemek yerken kollarımı iki yana açmadan oturacakmışım. Hala beceremiyorum.

Hal hatır sormayı, sorarken laf olsun diye değil de hakikaten karşımdakinin halini ve keyfini öğrenmeyi, yani sahiden ona kulak vermeyi annemden öğrenmiştim. Daha doğrusu bolca ikaz edilirdim. Arkadaşı Meral’in evine girdiğimizde oğlu Cem ile oynamak için patlayan maytaplar gibi koşmadan evvel, durup eve insan gibi giriş yapmayı ve önce hal hatır sormayı kafama hep o çakmıştı.

Annem ve babam arkadaşlarını, özellikle de hanım arkadaşlarını evlerine götürdüğünde sokak kapısında bırakıp gitmez, oturduğu kata kadar babam eşlik ederdi. Ben de giderlerken misafirlerimi evimin ya da işimin en dış kapısına kadar geçirmeye kalbimin derinlerinden gelen bir özen gösteriyorum. Bazen tatlıca itiraz edenler oluyor ama, cevabım “Babamın kemikleri sızlamasın” olur hep.

Özür dilemenin ayıp olmadığını da babamdan öğrendim ben, hem de tavsiyeyle değil, bizzat şahit olarak. Özür dilemek ayıplanacak bir şey değil, meziyetti medeni bir insan için. 

Sıkça Fındıklı’daki ofisine giderdim babamın, pek de anlamazdım neler olduğundan. Muhasebeye bakan Ahmet bey, teleks makinesi, kollu hesap makinesi ve daktilolar favorilerimdi. Babamdan kalan ikili öğüt bugün bile vücudumda dövmedir. “Oğlum büyüdüğünde iki şeyle başını belaya sokma sakın, bankalar ve vergi dairesi.” Bakın bir de şu var aklımdan çıkmayan; çalışanlarımızın da en az ailemiz kadar önemli olduğunu yüzlerce kez ondan duymuştum.

Bir gün babaannemle at bindikten sonra eve dönerken benzinciye girdik. O alır ve bırakırdı beni eve. Adam doldurdu depoyu ve “49,5 lira hanımefendi” dedi. Babaannem bana 50 lira uzattı, ben de adama. Adamcağız parayı alırken “Üstü kalsın” demiş bulundum. Hiç ses etmedi bizimki. Benzinciden çıktık, sanırım 10-15 dakika geçmişti ki beni evimizin önünde indirdi ve “Madem bu kadar zenginsin, başkalarının parasını bile rahatlıkla harcayabiliyorsun, o zaman sen rahatlıkla Atlıspor’a kendi başına minibüsle gidip gelebilirsin” dedi ve inanın aylarca evden yürüyerek Levent’e oradan da minibüsle Maslak’a gittim ve aynı şekilde de döndüm. ‘Başkasının parasıyla hava atılmayacağı’ da böyle kazındı kafama.

Evdeki eşyaların ve kendi eşyalarımın sorumluluklarını bilerek büyüdüm. Her şeyi kullanmam serbestti evde. Tek yapmam gereken alırken izin istemek, verirken teşekkür etmek ve kullanırken özen göstermekti.

Temiz olmayı, daha doğrusu ‘temiz’in ne olduğunu annemden öğrendim. Bugün karım başta olmak üzere herkes bunun sonuçlarına ‘ne yazık ki’ katlanıyor. Zavallılar.

Maslak Atlıspor ikinci evimdi, oradakiler de ikinci ailem. İnsan gibi davranmadığımda kendime gelmemi sağlayan, davranışlarımın sonuçlarının yine dönüp dolaşıp beni bulacağını öğreten, çalışırsam başarabileceğimi gözlemlemem, öğrenmem, benimsemem ve bol bol da saygı duyduklarım tarafından yönlendirilmem ve motive edilmem hep o camianın bana verdiği değerlerdir.

Büyükbabam ‘Ordinaryüs Profesör Doktor’du. Baksanıza yazarken bile ilk harflerini büyük yazıyor insan. Eğitime ve bilime saygıyı ondan öğrendim, sorularıma verdiği cevaplar bir çocuğa verilmiş değil, bir soruya verilmiş cevaplardı hep. Ve ben adam yerine konulmayı hem onda gördüm hem de insanların ona gösterdiği saygıda hissettim.

Nerden mi geldi bütün bunlar aklıma?

Geçen hafta telefonumda karımın gönderdiği bir mesajı okudum.

Yurt dışındaki bir okulun duvarındaki beş satırlık bir yazının resmi; veliler paylaşıyor sanırım birbiriyle.

Diyor ki yazıda…

 Sevgili veliler,

 – Hatırlatmak isteriz ki “Merhaba”, “Lütfen”, “Rica ederim”, “Özür dilerim”, “Teşekkür ederim” gibi ifadeler önce evde öğrenilir.

 – Yine dürüstlük, arkadaşa, yaşlılara ve öğretmenlere saygı da ilk evde öğrenilir.

 – Temiz olmak, ağzında yiyecek varken konuşmamak, düzenli olmak da önce evde öğrenilir.

 – Sorumluluklarını bilmek, eşyalarına ve değerlerine sahip çıkmak, başkalarının eşyalarına el sürmemek yine evde öğrenilen şeylerdir.

– Bizler okulda yabancı dil, matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya, biyoloji gibi şeyler öğretiriz.

Unutmayın, eğitim evde başlar!

Geçen haftaki yazımı kafamda bir soruyla bitirmiştim.

Bu yazı da bir evvelki yazıma atıf olsun…

Sorunun cevabı galiba eğitim. Ama sanırım iş sandığımızdan çok daha uzun.

Bu da size çok çok sevdiğim bir arkadaşım, Emre’den:

Padişah kızını evlendirecekmiş.

Ferman çıkmış ama iş zor, üç üniversite şartı var fermanda.

Hikaye bu ya, gencin biri kafaya takmış ve üç üniversiteyi bitirip huzura çıkmış.

 – Padişahım kızınızı almaya geldim.

 – Evladım yanlış anlamışsın; deden, baban ve sen olacaktı bu üç.