MEHMET AKSEL'DEN

Bunun aplikasyonu yok

15.04.2021

Bir hafta önce ailece Madeira’daydık. Portekiz’in Atlantik Okyanusu’nun kenarındaki bir içim su adası.

Temizlik, düzen, huzur, anlatamam güzelliği. Hava da bir gün hariç harikaydı, daha ne olsun.

 

Çok sevdiğimiz iki arkadaşımız Luís ve Rui’ye de rastlayınca 10 günlük tatil bize Türkiye’deki yoğun ortamdan sonra ilaç gibi geldi.

Birkaç yazı evvel Lisbon’da yaşamın, özellikle de iş hayatının, benim gibi ‘Speedy Gonzales’ bir adam için çekilmez yavaşlıkta olduğundan bahsetmiştim. Madeira’daki ilk günümüzde restoranda bize servis yapan şefin (bar table) Lisbon’daki hayatın yoruculuğuna dayanamayıp Madeira’ya taşındığını anlattığını düşünürseniz, siz hayal edin artık oradaki durumu.

Neyse…

Karım ve çocuklarla tatil yapmanın keyfi başka. Aslında aile olarak hareket etmenin keyfi bir başka demek lazım.

Genelde bu şekilde lafa giren biri “Özellikle de çocuklar büyümeden…” der ama bizde durum biraz farklı ve değinmek istediklerimden de biri bu zaten.

Bizim ailede çocuklar büyüse de fark etmiyor. Anlatacağım.

Yarı dünyayı gezdim diyebilirim bekarken, ama karısı ve çocuklarıyla gezdiklerinin tadı bir başka kalıyor insanın aklında. Nasıl tarif edebilirim bilemedim birden, bekarkenkiler daha uçucu, evliykenkiler daha kalıcı gibi sanki.

18 sene evvel tanıştım Teri ile, hem de çok güzel bir tesadüfle. Gördüğüm an “İşte bu” demiştim, sanırım onunki azıcık daha uzun sürdü.

İkinci iflasımı yaşadığım bir zamanda, canım son derece sıkkın ve cebimde beş kuruşum yokken, arkadaşımdan borç para alarak ilk akşam yemeğimize çıkmıştık.

35 yaşındaydım. 35 sene yaşadıklarım ve sonrası için olan hayallerimden başka hiçbir şeyim yoktu ne anlatacak, ne de teklif edecek ona.

O ise hayattaki en çabuk inananım olmuştu. Tanıştığımızın üzerinden 10 ay geçmiş ve Emma doğmuştu ki ben hala “Bir aşçılık okulu yapacağım ve dünyanın en iyilerinden biri olacak” falan diyordum, kafamda dolaşan binlerce tilkiyle.

Neredeyse o hariç konuştuğum herkes bakışlarıyla bir deli gömleği ölçüsü alıyordu üzerimde.

Çok seviyorum onu.

O olduğu için seviyorum ve seneler içinde de kendi gibi kaldığı için seviyorum.

Bir de beni çok sevmesini ekstra seviyorum.

Etrafıma baktığımda bu işlerin çift taraflı olmasının ne kadar ender bir şans olduğunu görüyor ve daha da mutlu oluyorum ikimiz için.

Birbirimize sevgimizin kızlarımıza da sirayet ettiğini görmek ise ayrı bir mutluluk. Onlar da bir çiftin birbirine saygı ve sevgisini yaşayarak görme ve hissetme fırsatını buldu sayemizde diye düşünüyorum. Hem Emma hem Isabel çok şanslı bence.

Aslında çekilmez bir adamım. Son derece egosantrik, son derece dediğim dedik, son derece antisosyal ve bir o kadar da takıntıları ve saplantıları olan, bir bakıma berbat bir herifim diyebilirim karım (ve hatta çocuklarım) için.

Bunlara rağmen beni seviyor (Rağmen çok çok çok önemli bir kelime bence).

Beni bir şeylerim için sevmiyor, bir şeylerime rağmen seviyor (Seneler evvel biryerlerde okumuştum).

Bence o benim güzel yanlarımı ortaya çıkartmakta bir dahi. En sinirli, en yorgun ve en çekilmez günlerimde bile beni tersime çevirebilmekte bir usta.

Belli etmemeye çalışıyorum ama bana birçok şeyi çaktırmadan öğretmekte de usta.

Hem onun hem de çevresinin bana öğrettiği en güzel şey ise kalabalık bir aile olmak.

Çocukluğumdan beri herkesten köklü ve kalabalık bir ailenin mensubu olduğumu dinlesem de aslında annem, babam ve benden oluşan bir ‘çekirdek aile’ şeklinde yaşadık senelerce.

Bizim ‘köklü’ ailenin seneler ve jenerasyonlar içinde oluşmuş geçimsizliklerinden dolayı hep üçümüzdük. Düşünsenize en yakın kuzenimle bile bir arkadaş ortamında tanışmıştım.

Hayat bana 35 yaşıma kadar epey çok şey öğretmiştir sanırım. Güzel de bir gençlik yaşadığımı söyleyebilirim geriye baktığımda.

Ama Teri ile evlendikten sonra beynimde farklı bir duygunun geliştiğini hissettim. Kalabalık bir aile olmak o ana kadar bilmediğim, tatmadığım bir duyguydu. Annesi ve babası, annesinin annesi ve babası, babasının annesi, üç baldızım, kocaları, çocukları ve her birinin kendi aile uzantılarıyla dört jenerasyon komün halinde yaşıyor, tatil, bayram, seyran, sofralar derken her bir yere gidildiğinde konvoy halinde hareket edilip davet şeklinde yemeğe oturuluyor. Paylaşılıyor, paylaşılıyor, paylaşılıyor.

Aslında en alışık olmadığım duygu bu olsa gerek. Paylaşmak (Şimdi birçok arkadaşımın sesini duyar gibi oluyorum, “Memo kendine haksızlık ediyorsun” diye ama dediğim paylaşma o paylaşma değil).

Hiçbir zaman, hiçbir şeyi, hiç kimseyle paylaşmam gerekmedi. Kardeşim de yoktu paylaşayım, sporum da yoktu paylaşacak (Hep bireysel sporlar yaptım). Bu belki bana bireysel savaşma, ayakta kalma ve başarma özgüveni verdi ama şimdi gördüğüm ve öğrendiğim bambaşka bir deneyim.

Bir kere kimsenin büyüyemediği bir ortam söz konusu. Herkesin bir anne ve babası var ve onlar hep onların küçük çocukları. 50 yaşında da olsan hâlâ anne babanın gözünde çocuksun durumu. Bu minvalden işi ele alınca renkli ve şenlikli sofralar, herkes aynı anda konuşuyor, kimse kimseyi tam olarak dinlemiyor gibi gözükse de tüm dertler paylaşılıp ortak çözüm aranıyor, bulunuyor.

Anne ve babanın kısa kaldığı yerde teyzeler devreye giriyor. Gereken zamanlarda gereken yerlere gereken ayarlar veriliyor. Kuzenler birlikte büyüyor, büyükler küçüklere yol açıcı, yol gösterici oluyor, yer yer destek de oluyor ama kavga da hiç eksik olmuyor aralarında.

Birbirini seven, birbiriyle gülen eğlenen, kocaman bir aile olmak çok güzel yani.

Ve inanın telefonunuzda bunun için bir aplikasyon yok.

Birkaç arkadaşımdan geçen hafta sonu Netflix’ten bir film tavsiyesi geldi.
‘Enrico Piaggio – Vespa.’

Kısaca anlatmam gerekirse tutkuyla çalışan, çalışanlarına önem ve değer veren, aslında hep gözümüzün önünde duran şeyleri farklı şekilde gören ve her ne engel çıkarsa çıksın yılmadan ilerlemeye çalışan bir girişimcinin öyküsü.

Tavsiyede bulunan arkadaşlarımdan birkaçı da adamı (işine aşkını ve yılmazlığını sanırım) bana benzetmiş. Yanlış diyemem, ama ben aslında karısına bakışını ve aşkını bana benzettim.