İnsan faktörü
08.07.2021
1. Bölüm – Ne hafta ama…
Genelde yazılarımı hafta içi hazırlayıp teslim ediyorum ama öyle bir 10 gün geçirdim ki ne desem, nasıl tarif etsem bilemiyorum. Sevinç, üzüntü, salaklık, yorgunluk hepsi birbirine karıştı.
Zaten ekstra hareketli geçen günlerimdeki esas fokurdanma geçen salı günü başladı. Keyifliydim, çünkü uluslararası bir marka olma yolunda sağlıklı adımlarla ilerleyen MSA’nın, Rusya’daki iş ortaklarımızla el sıkışma toplantısı vardı ki çok keyifli ve olumlu geçti.
Çarşamba ise bambaşka güzellikte bir konu gündemimizdeydi. Yine bir dünya markası olmak üzere ülkemizin 178 yıllık (1843) medar-ı iftiharıyla harika bir proje gerçekleştiriyoruz; uzuuun bir toplantımız vardı.
Akşamüstü ise ailece üç senelik Lizbon hayatımızın güzel haberlerinden birini aldım. Perşembe acilen gidip cuma dönmem gerekti. Perşembe sabahı 4,5 saatlik uçuş, öğleden sonra keyifli bir anlaşma ve akşam Lizbonlu arkadaşlarla güzel bir akşam yemeği.
‘Nazar değmesin bu halimize’ derken, cuma sabahı çok çok çok sevdiğim amcamın (Atıf Aksel – 1930) vefat haberini aldım kuzenim Bige’den. Harika kişiliği ve beyefendiliğinin yanısıra Türkiye’nin tenis sporundaki mihenk taşlarından da birisiydi. Yumuşacık bir sevgi duyardım amcama, toprağı bol olsun.
Cuma öğlen bu üzücü haberle yaptığım Lizbon-İstanbul uçuşundan sonra heyecanlıydım, zira sabah uzun zamandır hak ettiğimi düşündüğüm, ailece planladığımız iki haftalık tatilimiz başlayacaktı.
Çocuklar doğduğundan beri (benim de annem ve babamla birlikte eğlencelerimizdendi) Türkiye’yi bir baştan bir başa otomobille gezeriz. Bu keyfimizden hareketle cumartesi öğlen (öğlene kadar yorgunluktan uyumuşum) Bodrum’a doğru yola çıktık.
Otomobildeki durumumuz şöyleydi, Karım, iki kızım, köpeklerden biri, herkesin kendi bavulu, çantası vs. Neden bu detayı verdiğimi az sonra anlayacaksınız.
Keyifle sohbet ederek otoyol üzerindeki İskender’de durduk ve her sene (bir kereliğine) iple çektiğimiz o emelimize de ulaştıktan sonra yola tekrar koyulduk.
İzmir’e 30 kilometre kala otomobilimiz arıza yaptı (Öyle bir arıza ki yola aynı araçla devam etmemiz imkansızdı).
Ne bir uyarı, ne bir uyarı ışığı! Oluyor bazen; otomobil ne kadar yeni de olsa elektronik sistemler ihanet edebiliyor.
Kaldık mı otoyolun ortasında, o demin yazdığım dolulukta.
İzmirli, 40 yıllık bir arkadaşımın (otomotiv sektöründe) gönderdiği bir test aracı ve İstanbul’dan servisin gönderdiği çekici sayesinde bir araçtan ötekine taşınarak, 1 saat içinde organize olup 1 saat 10 dakika sonra tekrar yolda olduğumuzu söylesem, şanslı mı dersiniz şanssız mı, bilemedim.
Hayli maceralı ve masraflı bir şekilde cumartesi saat 23:00’de evimize ulaştık.
Pazar günü dinlenmeliyim (beden dinlense de kafa n’apsın?), pazartesi amcamın cenazesi var.
Pazartesi İstanbul’a gelen bir Mehmet varsa, canım MSA’m onu bırakır mı? Hemen pazartesi öğleden sonra ve salı sabah toplantıları kondu bile sıraya. Salı öğleden sonra da bir MSA podcast kayıt randevusu, mundar oldu bizim tatil!
Pazartesi sabah uçaktan iner inmez otomobilde kıyafetimi değiştirip tam saatinde kabire yetişebildim. Galatasaray Lisesi ve Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü’nün iki üzüntü çiçeği eşliğinde, aile arasında yaptığımız dar kapsamlı bir törenle amcamı, babamın ve babaannemin yanında toprağa verdik.
Arabaya bindiğimde karnımın sol tarafında bir ağrı hissetmeye başladım. Maltepe’de başlayan ağrı lafı çok uzatmayayım o kadar ağırlaştı ki soluğu hastanede aldım.
İnlemelerimin arasında neyim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki tomografiden öğrendiğimize göre nur topu gibi bir böbrek taşım varmış ve ben Maltepe – Nişantaşı arasını yaparken, o da sol böbreğimden mesaneme doğru yol alıyormuş!
Neyim olduğunu anlayıp da kırmızı reçeteli ilacımı damardan verdikleri anda yeşil ovalar, göller ve şıkır şıkır akan berrak bir suyla birlikteydim hastane odasında. Kaleydoskop da isterdim ama…
Kadim dostum Emre yanımda, canım karım ise uçakta yolda idi o anda. Nasıl haberleri olduğuna ve nasıl organize olduklarına kafa bile yoramadım.
10 dakika içinde ‘inleme aşaması’ndan ‘harikayım aşaması’na geçmişim ki kontrol ve takip amacıyla o gece hastanede yatmam gerektiğini söylediler. Dert ortağım, kötü gün dostum, aşkım sevgili karım refakatinde geceyi hastanede geçirdik.
Sabah erken taburcu olmam lazım ki hemen eve gidip toparlanayım, çünkü çok önem verdiğimiz bir MSA Londra toplantısı beni bekliyor ofiste. O kadar kolay olur mu Mehmet’e? Emre şefin koluma kaynar çayı dökmesiyle kendime geldim ofiste. Yine çok güzel bir toplantının ardından ver elini karı-koca otomobille Bodrum. Özlemişim karımla uzun uzun teke tek sohbeti desem yeridir.
Sabah kalktım; biraz deniz, biraz yazı…
Ne kadar insani bir 10 gün geçirmişim değil mi?
Aksilikler, üzüntüler, yorgunluk ve sevinçlerle, dijitalden çok uzak günler geçirdim, helâl.
Sözün özü söylemek istediğim şudur ki: Elinde her ne kadar mükemmel dijital araçlar veya teknoloji de olsa, amcamın ölümü gibi, böbreğimdeki taş gibi ya da Emre ile Teri’nin nasıl olduysa planlayıp kısacık bir sürede yanımda bitmesi gibi, insan faktörünün tahmin edilemeyen ve öngörülemeyen pek çok şeyi oluyor.
Bu da işte bu kadar dijitalliğin arasında bile insanın organik yapısından kaynaklanıyor.
İnsan eninde sonunda dönüyor dolaşıyor yine hayata uyarlanıyor.
2. Bölüm – Analog ve dijitalin balansı
Aslında bu hafta aklımda, yaşadığımız bu dijitallikte insan faktörünün ehemmiyetini anlatmayı düşündüğüm bir yazı yazmak vardı. Buyurun bunlar da son 10 gün olanlardan sonra o yazı için aklımda kalanlar.
Seneler evvel bir toplantımda sohbet ‘nesnelerin interneti‘ (internet of things) konusuna gelmişti ve misafirim (büyük bir beyaz eşya markasının üst düzey yöneticisi) “Böyle bir şey var ama, biz ve bizim gibi firmalar hâlâ bununla ne yapacağımızı tam olarak kestirebilmiş değiliz” demişti. Hem müşterileri, hem de genç jenerasyon üzerinde araştırmalar yapıyorlarmış ‘ne işe yaratabiliriz‘ diye. Öyle ya kim ne yapsın cep telefonundan çalıştırılabilen blenderı, kim ne yapsın uzaktan kumanda edilen buzdolabını?
Bu teknoloji ve dijitalleşme konularına oldum olası hep bir yutkunarak yaklaşma meyilim oldu. Özellikle pandemiyle beraber müthiş bir dijitalleşme merakı sardı insanları. İşin bir insani tarafı var beni tatmin etmeyen, bir de efektif olamama tarafı var ki düğmeye basarak açıp kapasan daha kolay.
Mesleklerde de aynı terane. Meslekler dijitalleşiyor, insani işler makineleşiyor, robotlar dünyayı ele geçiriyor falan filan. Ben hep insani tarafa yoğunlaşıyorum. Makineler üzerimizdeki adele gücünü hafifletse de otomasyon sistemleri tek düze/seri üretim işleri üstlense de bilgisayarlar en karmaşık hesaplamaları halletse de o insani gereklilik (bakın beyin gücü demiyorum, beynin kullanım biçiminden bahsediyorum) iyice kıymetli olacak belli ki ileride. Artık kadınlarla iyice eşitleniyor olacağız ve hatta onların yanında bazı konularda ne kadar aciz kalıyoruz göreceğiz.
Bu konu benim aklımdan başka türlü geçiyor. Geçenlerde dünyanın en iyi 16’ncı restoranı seçilen White Rabbit’in sahibiyle (Aslında White Rabbit Grubu demek lazım, 30’a yakın farklı konseptte ve şehirde, Rusya’da da restoranları var) sohbet ediyorduk. Konu döndü dolaştı insana geldi. Bakın bir restoran nasıl oluyor da müşterisinden sadece rezervasyon için binlerce dolar alıp gelmezseniz parayı yakıp gelirseniz iki asansör değiştirterek 85’inci kata çıkartıp hayat boyu hatırlayacağınız bir deneyim yaşatıyor? Özetle dört kademeye ayırabiliriz…
Birinci vites: Müşteriye kendini iyi hissettirmek (Feeling good). Tiyatro olarak tanımlıyor işini. Bir iş yemeği mi, masadakiler uzaktan takip edilecek, masa çok ziyaret edilmeyecek, kimsenin konuşması bölünmeyecek, masa mümkün olduğunca sade (boşluklu) olacak ki gerekirse peçete üzerinde bile not alınabilsin, hazırda her numara gözlük, kalem ve sair ne aklınıza gelirse… Bir aşk yemeği mi, bir taraf bir tarafa kur mu yapacak, tüm oyun kur yapanın üzerine oynanıyor… Şen şakrak bir gurup mu, neşesi her daim pekiştiriliyor.
O kadar çok kalem ve o kadar varyasyon saydı ki çoğunu hatırlayamıyorum, hatırlasam da sayfalar tutardı listelemek. Restoranda çalışan herkes rolüne hazır, senaryolar çoktan belli, iş sadece sergilemede. Dedim ya, bir nevi tiyatro.
İkinci vites: Müşteri merak edecek, öğrenecek ve kendini geliştirecek (Education). Tahmin ediyorum hepimiz bize bir şeyler öğreten, baktık mı düşündüren, merak ettiren ortamlarda olmayı severiz. Bu bir dekorasyon şekli olabilir, ışıklandırma oyunu olabilir, bir obje olabilir, mobilya olabilir, her ama her şey olabilir, bizde merak uyandıracak. İnsanlar her zaman hayret edeceği, merak edeceği, hayal edeceği, vizyonlarını geliştiren, bakış açılarını değiştiren ya da sadece çaktırmadan eğiten yönlere/şeylere bakmayı, bu gibi ortamlarda bulunmayı istiyor.
Üçüncü vites: Müşterinin duyularına hitap (Senses). Ortamdaki müzik, aydınlatma, koku, doku, her şey.
Dördüncü vites: Yemek (Taste). Her ama her ağzınıza attığınız lokmada deneyimlediğiniz tat, hissettiğiniz duygu, aldığınız haz.
Tüm bunları bir makine yapabilir mi? Bu tiyatroyu kurabilir mi, oyuna hazırlayabilir mi, oynayabilir/oynatabilir mi ve tabii ki bu hazzı size yaşatabilir mi? En azından bugünkü teknolojik imkanlarla hayır, ileriyi kestiremiyorum. Mutlaka akla hafsalaya sığmayacak gelişmeler yaşanacaktır ama çok insani bir şeyden bahsediyorum, farkındasınız.
Bu insaniyetin kurgulanıyor olması bile aslında bir garip ama, hadi biz iyi tarafından bakalım. Hâlâ insanlar ‘insan‘ gibi hissetmek istiyor herhalde.
Geçenlerde sürdürülebilirlik ile ilgili yazımda herkesin kendi boyuna göre projeler ve sorumluluklar üstlenmesinin daha gerçekçi olacağını düşündüğümden bahsetmiştim. ‘Çağımız dijital çağ’ diye söze başlayıp tavandaki ışığı bile cep telefonundan açıp kapatmanın, etrafımızda yaşayabileceğimiz harika bir hayat varken, cep telefonuna ve içindeki çöp içeriğe hapsolmanın üzücü olduğunu düşünüyor ve
– Dijitalleşme konusunun mutlaka sakin bir akılla ele alınması,
– Tüm gelişmelerin tabii ki yakından takip edilmesi,
– İşimiz, markamız ama en önemlisi ekosistemimizdeki insanlarınız için en uygun kullanım şekillerinin belirlenmesi,
– Ve en önemlisi bunların insani duygularımızı köreltmeden kullanılması gerektiğini düşünüyorum.