MEHMET AKSEL'DEN

Nasıl bir "yerli ve milli" otomobil?

11.03.2021

Geçenlerde Maslak’ta işe giderken bir de baktım plazalardan birinin önünde şu bizim meşhur ‘yerli ve milli otomobil’ park etmiş.

O olduğunu önündeki ‘TOGG’ yazısından anladım; aklımda kalmış sanırım lansman görüntülerinden.

İçimden bir ses “Herhalde deneme sürüşündedir” dedi ve ilerideki refüjden dönüp yakından bir görmek istedim otomobili. Daha doğrusu SUV’yi.

Bir de yanına geldim ki önündeki yazı ‘TOGG’ değil ‘2008’miş. Peugeot’ymuş yani.

Sonra yakından ilgilenip internetten o ikisinin (ve benzerlerinin) resimlerine daha dikkatlice baktığımda yazılarının değişik yerlerde, ön ızgara, far ve kapı aynaları gibi bazı detayların da birbirinden hayli farklı tasarımda olduğunu gördüm. Ama…

Asıl gelmek istediğim konu da buydu zaten. Ama.

Bütün otomobiller birbirine benziyor artık

Sedanlar sedanlara, hatcback’ler hatcback’lere, SUV’ler SUV’lere, pickup’lar pickup’lara ve 4×4’ler 4×4’lere benziyor.

Daha da kötüsü, neredeyse bütün markalar bütün markalara benzer ve birbirlerini andırır oldu günümüzde.

Artık bir BMW’yi bir Toyota’dan, bir Ford’u bir Hyundai’den ayıramaz hale geldik uzaktan. Ancak amblemini okumamız gerekiyor markasını anlamak için aracın.

Çirkinlikleri de cabası hepsinin.

Sohbetler sırasında kullandığım bir genellemem var, taraflara ayıp olacak ama söylemeden de edemeyeceğim: Artık sokaktaki tüm otomobiller ve denizdeki tüm tekneler ‘Tefal ütü’ye benziyor.

Yeni yetme hiper otomobillerin de tamamı hamamböceğine benziyor benim gözümde.

Üzülüyorum aslında. Eskiye kıymet veren, estetiğe saygı duyan, tasarımcısının çizerken ve yaparkenki düşüncelerini hayal eden ve güzel bir otomobili şaheser bir heykel edasıyla seyretmekten zevk alan biri olarak ben, 90’lardan, hatta 80’lerden evvel yapılan tüm otomobillerin (araçların demeliyiz aslında) kendine özel bir çizgisi, markasıyla eşleşmiş bir ruhu ve dönemine ait müthiş bir zarafeti olduğu düşünüyorum.

Birkaç istisna güzel otomobil haricinde en sevdiğim seneler ise 60’lar ve 70’ler.

Eskiden kil kütlesini tıraşlayarak ‘heykel’ gibi yapılırdı otomobiller, şimdi bilgisayarda uzay oyunu oynar gibi dizayn ediliyor.

O heykelin içine motor yerleştirmek için onlarca tutkulu insan ve mühendis aylarca uğraşırdı eskiden, şimdi bir ‘fit’ (sığdır) düğmesine basmak yetiyor.

Benim gibi otomobil camiasının içinden biri bile ön ve arka lambalarının araca verdiği (o da sadece geceleri) karakter dışında, o aracın markasını bile anlayamayabiliyor çoğu zaman dış görünüşünden.

Kullanım zevksizliğine ne demeli?

 – Evet kesinlikle daha çevre dostudur ama, hızlı bir elektrik motoru yerine karakterli bir içten yanmalı motorun sesinin/hissinin keyfi,

 – Evet muhtemelen daha hızlıdır ama, çift kavramalı otomatik bir vites kutusu yerine, düz vites bir otomobilin kullanım zevki,

 – Evet kesinlikle daha güvenlidir ama, elektronik güvenlik sistemleriyle donatılmış bir araç yerine, kuvvetini direkt asfalta akıtan bir otomobilin lezzeti,

harika bir sevişmeyle benzer güzellikte benim açımdan.

Teknoloji sevenleri ve en son çıkanı arzulayanları eleştirmeye tabii ki hakkım yok.

Gündelik hayatın içinde sağladığı rahatlıklar ve çevreye önemli faydalarından dolayı, bu araçları tercih eden kullanıcıları son derece haklı buluyorum.

Teknolojinin ilerleyişini senelerce izledim. Günümüzde ulaşılan güvenlik seviyesi ve günlük kullanım rahatlığına şapka çıkartıyorum; ama ne olursa olsun benim fikrim yine de değişmiyor.

Hatta zor ve rahatsız kullanımı olan 80 öncesi otomobilleri, topuklu ayakkabılara benzetiyorum; ne kadar rahatsız olurlarsa olsunlar, hem giyeni hem de seyredeni mest ediyorlar.

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Film, kitap ya da dergilerde çok imrendiğim bir sahnedir evin içine alınan otomobiller. Depo binalarından olma (çok moda yurt dışında), muhtemelen tuğla duvarlı, epey yüksek bir tavan, bir köşede açık ve donanımlı bir mutfak, modern ve müthiş devasa bir salon, kenarda şömine ve salonun başka bir köşesinde de tertemiz, akide şekeri gibi duran retro bir otomobil (Nasıl güzel abarttım)…

Amacım resimdeki zenginlik düzeyi ve güzellemesi değil.

Kıymeti değildir benim nezdimde otomobili evin içine sokan.

Muhtemelen değerli bir otomobildir ama evin içini buram buram benzin ve yağ kokutacağını da unutmamak lazım içeri alırken.

Diğer taraftan, karşısına geçip de zarafetle uygulanmış detayları tek tek keşfetmenin zevki, harika bir müzede güzel bir eseri dakikalarca seyretmekle benzer bir keyif verir bana. Benzin kokusu falan da parfümdür o anda.

Dolmakalem ucunu andıran krom kaplı tamponlarıyla, gerçek camdan mamul ‘surat ifadeli’ farlarıyla, tasarımını bağıran kıvrımları, çıtaları ve hatta ahşap iç aksamıyla, “Başka seviye bir ‘zevk’in ürünüyüm ben’ der o araç.

Şimdikiler ise baştan sona aynı renk, plastik, karaktersiz; tekerlekli buzdolaplarını andırıyor desem buzdolaplarına hakaret etmiş olurum (Birkaç istisna olabilir, kaideyi bozmaz).

Yeni bir moda filizlendi son senelerde, daha doğrusu iki.

Birincisi ‘restomod’ dedikleri, eski otomobilleri yeni teknolojiyle tekrardan yapmak. Restorasyon ve modernizasyon kelimelerinden türedi sanırım, orijinal stil ve modern performansın birleşmesi diye de açıklanabilir.

Bu daha çok kişisel ve hayli pahalı bir uğraş ve inanın çok güzel sonuçlar çıkabiliyor bazen, özellikle de zevkli, bilinçli ve özenle yapılanlarda.

İkincisi ise belki de dert ettiğim şeyin çaresi.

Otomobil fabrikaları sanırım süregelen zevksizliğin farkına varmaya başladı ve markanın klasik karakteristik çizgilerini taşıyan, 1960-1980 arası ürettikleri ikonik modellerinin hatlarını modernleştirerek yeni otomobiller tasarlama yarışına girdi (Şu anda daha çok prototiplere rastlıyoruz).

Satışa sunulduğu aklıma gelen ilk örnek Amerikan Ford T-Bird. Mini Cooper da eski tatlılığı üzerinden “Küllerinden doğdu” derler ya öyle bir ikinci başarı hikayesi yakaladı. Keza Fiat 500 de öyle; Fiat 124 Spider ise bence kendi segmentinde bir güzel deneme oldu bir iki sene evvel. 

Eminim birçok unuttuğum marka ve model vardır ya da yeni modeller geliyordur mutlaka.

Bir de ilk çizgisinden hiç çıkmayanlar var.

Mesela 911 Porsche’nin seneler içinde kazandığı haklı başarının önemli bir sebebi de ilk  günkü ikonik çizgisini geliştirerek korumasıdır.

Gelelim ‘yerli ve milli otomobil’ konusuna…

Türkiye’nin yerli diyebileceğimiz iki otomobili oldu bugüne kadar. ‘Devrim’ ve ‘Anadol.’

Bana göre ikisi de harika, ikisi de ikoniktir.

‘Devrim’in ne yazık ki bir başarı hikayesi yok, aksine hüzünlü bir hikayesi var (1961).

‘Anadol’un ise kendine göre bir başarı hikayesi var. İsrail yapımı Anadol aslında bir İngiliz tasarımıdır. Oradaki markası Nobel’di ve sağdan direksiyonluydu. Farklı ülkelerde de farklı isimlerle 19 yıl üretildi ve yaşadı (1950-1969). Vehbi Koç’un vizyonuyla Türkiye’de Otosan tarafından 18 yıl boyunca üretildi (1966-1984).

Ben olsam ‘Türkiye olarak’ ne yapardım biliyor musunuz?

‘Devrim’i alır, yarım kalan hikayesini tamamlardım.

Çizgilerini korur, düzeltmeler yapar (önden ve yandan çok güzeldir Devrim, arkadan çirkindir biraz), her yönüyle modernize eder (belki de elektrikli) ve Tofaş’dan müthiş bir proje olarak çıkartırdım.

 – Hem harika bir hikayesi olurdu.

 – Hem farklı bir çizgisi olurdu.

 – Hem de o çok istenilen ‘yerlilik ve millik’ gerçek olurdu.