MEHMET AKSEL'DEN

Zaman makinesinin açtığı kapılar

18.03.2021

Yakından tanıyanlar biliyor, üç yıldır karım ve kızlarımla birlikte Lizbon’da yaşıyoruz.

Sık sık İstanbul’a geliyoruz ama esas karargahımız orada.

 

Aslında yurt dışına bakınmamıza ilk sebep Türkiye dışında yaşamak değil, MSA’nın 15 yıl içinde Türkiye’de hak ettiğini düşündüğüm başarısını yurt dışına taşımaktı.

Fikir benim ve ekibin kafasında ilk filizlendiği andan itibaren üzerinde konuştuğumuz strateji şöyleydi:

 – Avrupa’da bir ülke olsun ki Türkiye’den çok uzak olmasın,

 – Yaşaması özellikle gençler açısından güvenli ve keyifli bir ülke/şehir olsun,

 – Yine Avrupa kriterlerinde yaşaması nisbeten ucuz bir ülke olsun,

Derken Portekiz çıktı karşımıza.

Yumuşacık bir ülke. Yumuşacık insanlar.

Lizbon İstanbul’a çok benziyor. Işığı ve hissi İstanbul’a çok yakın.

Üzülerek söylemeliyim ki onlar şehirlerine ve binalarına bizden çok daha saygılı davranmış seneler içinde.

Karım oradaki sakinliği ve huzuru sevdi, çocuklar da hem okulu hem gençlere sunulan hayatı.

Dedim ya sık sık gidip gelerek yaşıyoruz.

Onlar mutlu ve ne yalan söyleyeyim ben de mutluyum. Hem onlar mutlu diye mutluyum, hem de gittiğimde kafamı dinleyebildiğim için mutluyum.

Gerçekten çok sevdiğim yeni birkaç arkadaşımla vakit geçirmenin keyfi de cabası.

Bir de huzur var ki saatlerce anlatabilirim, sanırım başka bir Avrupa şehrinde kolay kolay bulamazsınız.

Tabii bu huzurun yüklü bir de bedeli var bana. Benim gibi ‘Speedy Gonzales’ bir adama çoğu zaman çekilmez olabiliyor Portekiz’deki hayat.

Orada iş yapmayı tarlayı ekip de ekinler çıkarken yanında taburede oturup beklemeye benzetiyorum.

Bir: İnsanlar çok yavaş; geri dönüşleri çok yavaş, aksiyonları çok yavaş ve tabii iş hayatı da çok yavaş; ama göz ardı etmeyelim ki çok mutlular bundan, belki haklılar da. Belki de biz gereksiz hızlıyız.

İki: Ölçekler bize nispeten küçük ve ben çok zorlanıyorum iki tarafı aynı anda yaşarken.

Şimdi bir de MSA kurmak için Moskova’yı keşfediyorum, oradaki hızı görmelisiniz, İstanbul çırak çıkabilir.

Sanırım büyük şehirler projeleri hızlı bir şekilde hayata geçirmek için içlerinde diğerlerine oranla daha dinamik kuvvetler barındırıyor.

Neyse… Şöyle bir durum oluştu zaman içinde, bir-iki hafta Türkiye’de ‘hızlı çekim’ yaşayıp bir-iki hafta Lizbon’da ‘yavaş çekim’ yaşıyorum (Moskova’yı göreceğiz).

Oradayken burayı, buradayken de orayı özlüyorum.

Aslında bilmeden tam da kendime göre bir hayat bulmuş oldum.

Eskiden sabah işe keyifle gider ve keyifle koşuşturur, sonrasında da eve keyifle gider ve orada huzur bulurdum; ikisi de birbirinden koşulası bir zevkti benim için.

Şimdi mesafe büyüdü. Önce “İstanbul’da çok yoruldum” deyip Lizbon’a gidip sakinliyorum; sakinlik batmaya başlayınca da İstanbul’a dönüp hırgürüme tekrar gömülüyorum.

Karımdan ve kızlarımdan ayrı kalmanın haricinde pek bir zararı yok bunun bana. 

Bazı filmlerde rastlarız ya hani bir zaman makinesi vardır.

Bu makine her ne şekilde hayal edilmiş olursa olsun bir biçimde bir kapı vardır ve bu kapının iki tarafı başka dünyalardır.

Benim üç senelik makinemin kapısı da İstanbul ve Lizbon havaalanlarının çıkış kapıları.

‘Zaman makinesi‘ değil de ‘mekan makinesi‘ desem, sanki daha bi’ cuk oturacak.

Birinden çıktığımda kızgın, saldırgan ve sinirlenmeye bahane arayan insanlar, birinden çıktığımda ise tam tersi diye özetleyebileceğim bir halk. 

Birinde kapıdan çıktığımda otomobiller üzerime sürüyor, birinde otoparka giderken trafik benim için duruyor.

Birinde otomobil yolun ortasındaysa insanlar ve polis nasıl yardım edebileceğini soruyor, birinde ya polis keyif alırcasına ceza yazıyor ya da olay yerindekiler toptan hastanelik oluyor.

Uzatmayacağım çünkü iki tarafta da havaalanlarını terk ettikten sonraki hikayelerin akışını siz de en az benim kadar iyi tahmin edebiliyorsunuzdur.

Hadi size benim ‘mekan makinesi’nin İstanbul kapısında geçen hafta yaşadığım bir hikayeyle bitireyim yazımı…

Annem 78 yaşında; son derece nevi şahsına münhasır ve hayatında hiç spor yapmamış birine göre de hayli dinç bir kadındır. Her işini kendi görür, ne yardım ister, ne yardımcı.

Geçenlerde birlikte yemek yedik, sonrasında da keyifle evine bırakıyordum.

Normalde yapılması gereken nedir?

Apartmanın önüne gelirsiniz, çok kısa süreli durursunuz, koşarak gider annenizin kapısını açar, koluna girer ve gerek olmasa da eşlik edersiniz.

Bunu otomobillerin durabilme imkanı nispeten zor bir yerde yapıyorsanız, arkanızda beklettiğiniz insanlar inen şahsın yaş-ı hürmetine bu yardımınızı sabırla karşılar. Sizde süratle arkada bekleyenlere teşekkür ederek koşar, direksiyonunuza geçer ve gidersiniz.

Hele bu işi annemin oturduğu gibi, önünde indir-bindir için cep bulunan bir binada yapıyorsanız, ne kimseyi rahatsız edersiniz, ne de acele edersiniz. Cebe girer, annenizi sakince indirirsiniz. Hatta yanağına tatlı bir öpücük konduracak zamanınız bile olur.

Binanın önüne geldim ki cep dolu.

VIP olduğu her halinden belli bir otomobil, ‘sadece onun geleceği anlar için yapılmış’ cebe park etmiş ve hemen biraz uzağında da aracını seyreden şöförü durumun haklı gururunu yaşıyor.

Yanında durdum ve “Annemi indirecektim” deyip müsade istedim.

Bana eliyle gösterme zahmetine de katlanarak ilerideki boş park yerlerinden birine gitmemi söyledi.

Sonrasında olanları tahmin ediyorsunuzdur.

Ben ona park ettiği yerin indirme-bindirme yeri olduğunu ve gösterdiği yere çok istiyorsa kendi aracını park edebileceğini anlatmaya çalıştım.

O da bana otomobilin üzerine zimmetli olduğunu (ne demekse) ve biraz daha konuşursam annemin yanında bana annemin pek hoşuna gitmeyecek şeyler yapabileceğini söyledi.

Sesim biraz yükselince (ki yükseltmemeyi hala öğrenemedim) otomobilin sahibi olduğunu söyleyen bir beyefendi geldi ve araya girdi.

Şimdi düşünüyorum da, bu tarafa açılan kapının şartlarına göre o geceyi ucuz da atlatmış olabilirim.

Makinemi kullanma zamanım geldi sanırım. Hem karım ve kızlarım da öteki tarafta.

Aklıma takılan soru:

Acaba bu ve benzer davranış biçimleri bu ülkede nasıl düzelebilir?

Gerçekten o gece kafamı bu soru kurcaladı.