MEHMET AKSEL'DEN

Ağaç ve orman

03.06.2021

Sürdürülebilirlikle ilgili yazımda kurum ya da kişilerin sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik projelerinin, duruş olarak samimi, boyut olarak ölçülü olması gerektiğini vurgulamıştım.

Bu konu dursun burada.

 

Sibel

Hep denir ya, “Çocukluk arkadaşınız olunca yıllar da geçse kaldığınız yerden devam ediyorsunuz sohbete…”, anlatayım….

70’li senelerin sonlarından çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Sibel Gülgönen. Şimdi soyadı Özer.

Küçücüktük ve Alaaddin hocamızdan sürekli laf işiterek atlarımıza binerdik beraber. Sanırım tüm grubumuzla birlikte geceli gündüzlü kesintisiz 15-20 senelik bir arkadaşlığımız olmuştur.

Sonra nasıl olduysa koptuk ve uzun yıllar Sibel’i bir daha görmedim.

Sadece bir yerlerden 1999 Gölcük depremindeki cansiperane çalışmalarını duymuş, helal olsun demiş, ama izini bulamamıştım.

Seneler geçti ve 2016 yazında bir gün gazetede babası Dr. Ayan Gülgönen’in vefat ilanını gördüm.

İnanın çok üzüldüm. Hemen çocukluğumdan onu tanıdığım günler geçti gözümün önünden. Dimdik yürüyen, yakışıklı (kırlaşan saçlarıyla bir amirali andırırdı) ve en önemlisi tanıyan tanımayan herkes tarafından derinden saygı duyulan bir cerrahtı.

Bugün Türkiye’de -belki dünyaya açılanları bile vardır- el cerrahisi ve mikrocerrahi konusunda kim varsa talebesidir desem eksik biliyor olabilirim. Şimdi hatırlıyorum da tehlikeli işler yaptığımda hep “Ayan bey var nasıl olsa” diye bir his oluşmuştu içimde. Çocuk kafası işte. Onu da anmış olduk böylece.

Neyse ne diyordum, çok üzüldüm ama bu üzücü sebep bana senelerdir görmediğim Sibel’i tekrar yakalama fırsatı verdi o sıcak ağustos ayında.

O gün görüştük ve o günden beri de yazışıyoruz, mesajlaşıyoruz ve sohbet ediyoruz.

Okulu bitirdiğinde cerrah eşi Kağan’la birlikte Amerika’ya yerleşmiş ve iki ufaklık Aksel ve Onat ile tatlı bir hayat kurmuşlar.

Bizim Sibel psikoterapist, ressam ve yazar; hem de okkalısından. Allahın Amerika’sında reklamıma ihtiyacı olmadığından gönül rahatlığıyla yazıyorum, umarım açık yazdığıma kızmaz.

Dalyan

Geçen perşembe akşamı İTÜ öğrencileriyle online bir toplantıda sohbet ediyorduk, sohbet arasında Sibel’den mesaj geldiğini gördüm.

Toplantımız bittiğinde bir de baktım bizimki yeni yazımı okumuş ve hemen haftalık olağan zarif yorumunu patlatmış.

Cevap yazdım: “N’aber? Napıyorsun?”

Cevap yazdı: “Dalyan’da kafa dinliyorum.”

“Çok kıskandım, ben de geliyorum” diye yazınca, şaka yapıyorum zanneden kızcağız nezaketinden davetsiz misafirliğime razı oldu.

Sabah 08:50 uçağıyla İstanbul-Dalaman, 10:30-11:00 Dalaman-Dalyan.

Senelerdir çok merak ederdim Dalyan’ı, beklediğim kadar varmış.

Mesajlaştığımız sırada yanında bir de okul arkadaşı (Şaylan) olduğunu söylemişti, olduk mu size iki günlük bir üçlü (Aslında kızlar sessiz bir hafta geçirelim demişler, içimde bi taraftan da keşke rahatsızlık vermeseydim duygusu). Harika bir hava, muhteşem bir doğa, tertemiz bir otel ve sokağa çıkma yasağı var o an, çıt ses yok etrafta. Üçümüz de yabancı ülkede oturma iznimizden dolayı turist kontenjanından katılıyoruz yarışmaya.

Otelin sahibi Kerem beye tanıdık tekne sordum ve “İztuzu Plajı’ndan Köyceğiz Gölü’ne, görelim bakalım senelerdir duyduğum şu kanalı” dedim. Bizim kızlar buralıymış zaten ezelden.

Odama uğradım, klimamı açtım (ve açık unuttum), mini bir duş aldım, mayomu ve tişörtümü giyip kendimi kızların yanına attım.

O anda Ali kaptan geldi ve beş dakika içinde teknede İztuzu yönünde rölantide ilerliyorduk bile.

Otelin karşısında mezarlar, aşağı giderken açılan ve geçmemize izin veren dalyan bekçisi, sazlar, kuşlar, kaplumbağalar, dağlar, anlatamam güzelliği.

Yolda Ali kaptan durup bize mavi yengeç de aldı. Keyfimize diyecek yok.

İki araçlık mini feribot geçti önümüzden, çok şeker.

Bu arada Şaylan’ı (Uran) tanımaya çalışıyorum yavaş yavaş. Dolu dolu bir ‘mutlu böcek.’ Bende öyle bir intiba bıraktı.

Eğitmen (Bilgi Üniversitesi), yazar (Eşitsiz Bir Toplumda Çocukluk) ve her şeyden güzeli 13 yıl evvel Dalyan’a bir geliş ve güneyde kalış o kalış. Sık sık adres değiştirse de o olmuş artık bir Akdeniz yerlisi. Yakışmış da.

Harika bir gün geçti; bol bol sohbet (sözde sessizlik için gelmişlerdi, neyse daha bensiz beş günleri olacak), “Çıkma benden dışarı” diyen bir su ve ne tarafa baksan gözlerini kamaştıran bir doğa.

Ara sıra suyun üzerinde pet/cam şişeler ve naylon torbalar var ama, e artık n’apcan, Türkiye burası. (Ali kaptan dedi ki “Türkler atıyor, İngilizler topluyor..” Nasıl ama?)

Akşam çok güzel bir balık yedik, tatlı sohbete devam, Şaylan’ın uykusu geldi yattı, biz Sibel’le sohbete devam.

Saat bir olmuş, dedim ki, “Ben dondum Sibel”, o da dedi mi “Ben de üşüdüm…” Sabah kahvaltıda görüşmek üzere.

Odaya bi gittim, oda buzhane.

Zaten dışarıda üşümüştük, nasıl odamın kapısından girdiğimi, nasıl odada ilerlediğimi ve nasıl klimaya ulaşıp kapattığımı, ne siz sorun ne ben söyleyeyim.

Tek sahne gözünüzün önüne gelsin lütfen, nisbeten sıcak koridordaki havayı açık bıraktığım kapımdan içeri ellerimle yellerken buldum kendimi.

Bir uyku çekmişim akşam, sabah banyo, traş, kahvaltı.

Ağaç

Kızlar zaten mükellef bir sofra rica etmişler otelden, kuruluyor, biz de başladık sohbete.

Anlattım klimayı gündüzden açık unutup akşamki düştüğüm durumu. Beraber gülüştük ve Şaylan’dan ilk yorum geldi: “Artık ziyan ettiğin elektriğe ve klimanın doğaya verdiği zarara karşılık bir ağaç dikersin bir yerlere.”

Haydaaa, çattık, kızlar aktivist çıktı. Sağdan Sibel taarruzda, soldan Şaylan.

“Ne ağacı kardeşim” diye sorunca kahvaltımızın konusu da belli oldu kendiliğinden.

Fikir konuştukça hoşuma gitmeye başladı.

Sibel’in güzel yazılarından birinden bir alıntı size:

“…Claire Dubois, bizi ‘tüketiciler olarak kendimizi nasıl tanımladığımız’a dair yeniden düşünmeye çağırıyor ve amacımızı, ‘doğayla karşılıklı ve eşitlikçi bir ilişkiye girmek’ (reciprocity) olarak  yeniden tanımlamamız gerektiğinden bahsediyor. Tabiat ananın bize hemen hemen her şeyi sağlayan cömertliği karşısında, ‘karşılığını vermeden alma’nın ne kadar saygısızca olduğuna dikkat çekiyor…“

Orman

Konu uzadıkça uzadı, kızlar anlattıkça anlattı, ben dinledikçe konuyu hazmettim ve yaklaşık bir saatlik o güzel kahvaltıdan bir ‘MSA İstanbul Ormanı’ yapma fikriyle kalktım.

MSA’da kendi boyumuza göre, anlamlı, sorumlu ve sürdürülebilir yeni bir projemiz daha oldu sanırım.

Bir evvelki yazımı “Bakın hediye edilen eski bir menüden neler geldi başıma” diye bitirmiştim.

Bunu da “Bakın bir tatlı mesajdan neler geldi başıma” diye bitireyim.

Devamı bir başka yazıya…

Çünkü size bir ara harika bir hafta sonunun ardından müthiş bir fikirle pazartesi sabahı heyecanla MSA’ya gelen Mehmet’in ve projeye giriştiğinde MSA’nın başına gelenleri de anlatmak istiyorum.

Birinci bölümün sonu:

Hedef: MSA İstanbul Ormanı

Amaç: Öğrencimizin eğitimi boyunca harcadığı tüm sarf malzemesi, kırtasiye ürünleri ve diğer benzer malzemeye karşılık bir ağaç

Başlangıç: 17 senede 11 bin 748 mezun, her mezun için bir ağaç

Devamı: Bundan sonraki her mezunumuz için bir ağaç

Ayan beye saygılarımla küçük bir not: Bugün kadim arkadaşım Emin Ali Sipahi ile MSA’da sebzelerin kullanılmayan kısımlarının atık kağıtlarımızla birleştirilerek gübreye dönüştürülmesiyle ilgili bir toplantıdaydık. Hafta sonu maceramı anlattığımda bana, “Ayan Ağabey Pasteur Hastanesi’nde benim de baş parmağımı dikmişti, onun sayesinde çalışıyor parmağım, hâlâ gözümün önündedir çaya batırdığı ‘Petit Beurre’ bisküviler” dedi. Ona da selâm olsun…