Hatırlamak istemiyorum ama anlatayım
04.03.2021
Diken’de yazmaya başladığımdan beri bazen eleştirdiğim ve çözüm önerdiğim yoğun yazılar (çözüm önerim yoksa özellikle eleştirmemeye gayret ediyorum), bazen de fikir ve hislerimi paylaştığım nispeten daha hafif yazılar yazmaya gayret ediyorum.
Geçen hafta KOBİ-banka ilişkileri hakkındaki uzun yazım sonrasında kızımla sohbet ederken bana, “Memo, bu hafta değişiklik olsun, hadi bir TBT yaz” dedi (İki kızım da beni Memo diye çağırıyor).
Daha “Nedir o TBT” diye soramadan açılımı geldi.
Efendim ‘Throwback Thursday’in kısaltmasıymış ‘TBT’. O da geçmişten bir anının perşembe günü ‘TBT’ etiketiyle paylaşımıymış (yeni sosyal medya işleri). Benim de yazılarım perşembe yayınlandığından ‘cuk’ oturuyormuş. Bir anımı anlatsaymışım.
Onu mu kıracağım, tabii benim ‘TBT’ diye etiketleyip sosyal medyaya yazacağım falan yok ama hadi bu sefer de onun istediği gibi olsun deyip 90’lardan bir otomobil sporları anımı yazayım dedim.
Buyurun bakalım…
Cuma sabahı, bir heyecanla uyandım.
Aslında gerek yarış olsun, gerek başka bir organizasyon, pek heyecan duymam. Sakin ve soğukkanlıyımdır.
Neyse… Ne diyordum? Sabah erkenden, heyecanla uyandım.
Cuma, son hazırlıklar günü. Sabahtan akşama kadar antrenman yapacağım. Cumartesi ‘seeding’ler (sıralama turları), pazar yarış. Hele benim için büyük yarış. Bütün Shell (büyük sponsorum) camiasının önünde sınav vereceğim. Kendi kalabalığım önündeki ilk yarışım.
Yabancı genel müdür, Türk genel müdür, kurmaylar, çalışanlar, Shell’le iş yapan, Shell’e iş yaptıran şirketler, ‘co-sponsor’lar, aileleri ve tabii bir de misafirleri.
Heyecanlanmakta haklıyım değil mi? Ne de olsa aktör benim.
Davetiyeyle kendi gelenlerin haricinde, birkaç otobüs kaldırıyor Shell. İki büyük çadır, altında barbekü.
Mahmut abinin (Gürtuna/takım direktörü) “Bugüne kadar biz verdik, hadi bakalım sıra sende” dediği gün, işte bugün.
Hikayemize döneyim, sabah Levent’le (Gür/takım arkadaşım) atladık servis arabasına, çıktık yola. Körfez’e gidip antreman yapacağız. Araba da görünüşüyle yanıyor ha… Shell Racing Team renkleri. Yolda herkes bize bakıyooor… Derken İzmit’e 5-10 kilometre kala motor cof. Yatak sardı. Motor yağsız kalmış yani.
Bırakın bizim ekibe yakışıp yakışmadığını, kaldık mı yolun ortasında? Hadi otostop. Üzerimizde tulum, “Merhaba, uzaydan az evvel geldik” gibiyiz. Türk milleti yardımsever, yarış hikayeleri mukabili, normalden bir saat rötarlı ve hayli yorgun bir şekilde varabildik piste.
Yusuf abi (Aramacı/Türk servis şefi) karşıladı: “Neredesiniz be kardeşim? Hadi hemen atla arabaya, bak Ertan (Nacaroğlu/yarış pilotu) dönüyor bile.” O stresle Formula’ya mı binilir, antreman mı yapılır?
Girdim arabaya, İtalyan mekanik, kemerimi sıkıyor. Sıkmasana be! Zaten sıkıldık yeteri kadar. Yavaş bir tur, ikinci tur, lastikleri ısıtıyorum, kendimi ısıtıyoruuum… Derken cof. Ne oldu? Motor hararet yaptı, yandı. Olur mu? Ağlayacağım.
Güne bak. İki motor. Arabaya yeni motor lazım. Akşam antrenman saatinden sonra değiştirebilirlermiş. Desene bugün yattı.
Lafı uzatmayayım, daha hikaye uzun. Şemsiyenin altında kös kös otururken Yusuf abi geldi. “Üzülme, olur bazen böyle üst üste aksilikler. Ben şimdi sana diğer ekibin yedek arabasını veririm (Marlboro Mobil Racing Team), onunla dönersin” dedi (Eliyle bir ’Takma kafanı’ işareti).
Üzüleyim mi, sevineyim mi? Araba hazırlandı. Bindim, kemerler, birinci tur, ikinci tur, meşhur Pirelli virajı, vitesi bi kaçırdım, takır takır takır takır.
Gitti adamların şanzımanı, iyilik edersen Mehmet’e, gelir yapar halıya. Günün maliyetini yazmasam daha iyi.
Eve gittim. Nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ama hatırladığım tek şey, akşam televizyonu açmadan yattım. Yanar manar.
Cumartesi sabahı yolda, takım halinde gülüyoruz ağlanacak halimize. Bu moralle ‘seeding’ mi olur? Zaten motor yeni, ayarlar yeni, olan oldu, 7’nciyim.
Düşünün, yarış günü 400-500 davetli beni seyretmeye geliyor, ben startta arkalarda bir yerde. “Schumacher de bazen arkalarda kalkıyordu ama, sonrası önemli” diyerekten pazarı ettim.
Sabah ısınma turlarını atıyorum, zannedersem beş ila 10 tur atmışım ki Yusuf abi ‘IN’ (‘Pite gir’ tabelası) gösterdi. Zaten araba son turda iyice garipleşmiş, yolda zor duruyordu. Girdim. Bersini (İtalyan servis şefi) “Ali… Ali” diye bağırarak bana doğru koşuyor. Sandım ki Ali’ye bir şey oldu. Ekipte Ali diye biri yok ama!…
Ne oldu diye soracağım, çık arabadan diyorlar. Çıktım. Ne görsem beğenirsiniz? Otomobilin arka kanadı yok. Kopmuş, uçmuş, gitmiş. “Ali… Ali” diye bağırdığı arka kanat. ‘Ali’, İtalyanca ‘kanatlar’ demek (Alitalia, İtalya’nın kanatları).
Kalır mı yarışa moral? Ne hafta sonu ama!
16:30 ilan edilmiş yarış saati. 10 dakika kala, herkes hazır arabasında. Çıkıp bir tur atıp yerlerimize geçeceğiz. Her şey hazır olup hakemden yeşil bayrağı görünce bir tur daha atıp lastikleri ısıtacak ve start almak için tekrar yerimize yerleşeceğiz, sonra da ışıkların sönmesini bekleyeceğiz falan filan.
Sıradan, herkesle beraber çıktım piste. Sağ virajları dönüp arka düzlüğü inip Shell çadırının önündeki virajları geçip sıralamadaki yerime yerleşeceğim. Sağa dönüyorum. O da ne? Ayağım boşaldı. Olacak iş değil, gaz teli koptu. Uçaklarda kullanılan malzemeden yapılan, yerine takılmadan önce ve takıldıktan sonra onlarca kez kontrol edilen, kopma veya başka bir aksilik ihtimali belki on binlerde bir olan tel, daha Shell çadırının önünden bile geçemeden koptu. Söyleyecek bir şey bulamıyorum.
Uyumak ve unutmak istiyorum.
“Bütün aksilikler hafta sonuna aitti, geçti ve normal hayatıma döndüm” düşüncesiyle pazartesi sabahı uyandım. Yapılacak iş çok. Shell’e rapor yazacağım. Servisle, ekiple ve yarış otomobiliyle ilgileneceğim. Ve en önemlisi gidip servis aracını Körfez’den almak lazım. O orada kaldı.
Başımızdan geçenlerin manevi tarafını bir tarafa koyabilsek -ki nasıl koyalım- Londra’dan ailesiyle yarışı ve takımı izlemeye gelen genel müdüre rezil oldum, gerisini yazmıyorum bile, haftasonunun takıma maliyeti ‘sezon bütçesi’ gibi. Mahmut abi köpürüyor.
Yemin ettim, daha fazla kuruş harcamam da harcatmam da. Servis arabasını bile Körfez’den alıp İstanbul’a kendim getireceğim. Yetti artık.
Arkadaşım Ali’yi (Ersin) arayıp servis minibüsünü ve römorkunu rica ettim. Gider arabayı kendim alır, kendim yükler, kendim getiririm.
Aynen öyle oldu. İzmit’e gittim, arabayı yükledim ve getirdim, bizim garajın önünde indirdim. Tek yapacağım iş, benzin alıp aracı Ali’nin garajına teslim edip teşekkür etmek.
O kadar kolay olur mu Mehmet’e? Yokuşu inerken bir de baktım, ‘bir tekerlek’ beni sollamış gidiyor. Allah Allah ne tekerleği bu? Değil mi bizim römorkun tekerleği?
Sen teker kop, yokuş aşağı beni solla, karşıdaki duvarın üstünden öteki sanayi sitesine zıpla, orada plakası yeni çıkmış sahibine teslim edilmek üzere cilalanan sıfır kilometre bir otomobilin tavanına geç, oradan da cila yapan adamın tepesine. Kolu kırıldı adamın.
Bir hafta sonra Renç Koçibey Rallisi’ni kazandım.